Cinsellik Mi Ölüm Mü?

La mort dans l’âme diye bir ifade vardır fransızca’da. Bu filmi izlerken aklıma bu cümle geldi. Ruhunda ölüm var demek, bu evin ruhunda ölüm var. Film bir intihar sahnesiyle açılıyor ve tüm film boyunca aşk ve ölüm arasında geçişler oluyor. Ailede çiğ ve işlenmemiş olarak kalmış bir kadın ve cinsellik konusu var. Cecilia 13 yaşında, başka bir değişle, ergenliğe, cinselliğe, beden değişimine ilk adımlarını atıyor. İntihar sahnesi ardından birçok dini sembol veriliyor; elindeki meryem ana kartı, duvarda asılı dini semboller ve annenin boynundaki haç. Tüm film cinsel uyanış ve ölüm dürtüsü arasında geçişler şeklinde düzenlenmiş. Cecilia’nın intihar teşebbüsü sonrasında evde bir parti veriliyor ve cinselliğe dair bir alan açılıyor; bilekleri bile birçok kadınsı kolye ve bileziklerle süsleniyor; sanki ölümü ancak kadınsılık ve cinsellik işlenirse aşabilirlermiş gibi… ama ne kadar deneseler de, her seferinde işlenmemiş olarak kalıyor ve ölüm kazanıyor.

Freud’un eserlerinden biri olan çocuk cinselliği üzerine 3 deneme’de altını çizerek söylediği ve cinsel uyanışın temel taşlarını oluşturduğunu düşündüğüm şöyle bir cümle bulunur; “Anne, farkında olmadan, bakımıyla erojen bölgelerin uyanışına neden olur”; burada bence en önemli kelime fakında olmadan. Çünkü Ms Lisbon kızlarının cinsel uyanışlarının her bir tepkisinin farkına varıp uyarıda buluyor. Bir yemekte, davet edilmiş bir erkek arkadaş karşısında Lux’ün sedüktif tavrini hemen sezinleyip üzerine hırkasını giymesini söylüyor. Başka bir sahnede ise, kızlardan birinin çıplak ayağı sehpa üzerinde gezinirken oradaki hem hareketin hemen farkına varıyor hem de mesajın içeriğinin. Cinselliğe bağlı hiç bir hareket gözünden kaçmıyor. Ms Lisbon’un kıyafetleri ise, tüm film boyunca hiç değişmiyor gibi; uzun kollu renksiz bir kazak, uzun bir etek ve görünür şekilde takılmış bir haç kolye. Kızlar ise, görünmek ve kapanmak arasında bir girdabın içerisinde. Açılıp kadınsılık ve cinsellikle ilgili attıkları her adımda annelerinin gözü bir Kiklop gibi karşılarına çıkar.

Bir çocuğun, cinsel kimliğini oluşturabilmesinin birincil koşullarından biri, ebeveynlerinin bu cinsel uyanışa olanak tanıyacak kadar farkına varmamaları, vardıkları zaman ise, gözlerini kaçırmalarıdır. Başka bir değişle, tam da orada bir eksiklik, düşlemin işlemesine olanak tanıyacak bir alan yaratmaktır. Burada akla gelen, annenin arabaya binerken ve kızlarının cenazesine giderken söylediği şu sözler akla gelir; “Hiç bir şeylerini eksik etmedim”. Arzunun doğabilmesi için, biliyoruz ki, bir eksiklik gerekir. Cinsel her bir hareketin farkında olmak, düşleme ve öznel bir kimliğin oluşumuna engel olmuştur. Cinsel olan ancak gerçek bir düzlemde kalabilmiştir; seks, cinsel organ ve coitus. Halbuki bu ciğlikten uzaklaşıp süslenebilmiş olsaydı, kızların bu aile sorunsalına sordukları sorular eylem üzerinden değil, düşlem üzerinden olacaktı. Simon de Beauvoir’ın ünlü cümlesini tekrardan hatırlayacak olursak; kadın doğulmaz kadın olunur. Kadın olamamış bu genç kızlar cevaplarını ölümde buldular. Eros ve Tanatos arasında gidip gelen bu hikaye acı bir Tanatos ile son buluyor. Eros yaşam dürtüsü evet, ama aynı zamanda Aşk tanrısıdır; başka bir değişle yaşam; ölüm ve aşk arasındadır. Aşk hikayesini acısıyla tatlısıyla yazabilmek, işte tüm öznelerin hayat kaynağıdır.