Başkalarının Hayatı: Film okuması – Öznenin Doğuşu ve Aşk Üzerine.
Biriyle nasıl karşılaşırız? Gözlerin konuştuğunu söyleyebilir miyiz? Aslına bakılırsa, bir bakışa anlam yükleyen, o bakan kişinin karşısındakidir. Karşımızdaki bakışa atfettiğimiz ne ise, o gözler, onu söyler. Asıl olan, bir başkasının bakışına bir düşünce atfedebilmektir. Bize baktığını varsayarak, bizim hakkımızda bir şeyler düşündüğünü hayal ederiz. Aşk hikayelerinin her biri böyle başlamaz mı? Bir bakışmayla.
Peki bir özne ne zaman doğar? Öznellik ne zaman doğar? Biri bize baktığında veya daha doğrusu birinin bize baktığını varsaydığımızda. Öteki olmasa, ben kimim? Nasıl görünüyorum? gibi sorular sormamıza gerek bile kalmaz. Ancak başkasının gözünde kendimizi hayal ettiğimizde öznel bir konumlanmadan bahsedebiliriz.
İlk aşk hikayesi ve dolayısıyla ilk öznelleşme süreci de bir annenin çocuğuna bakışında gizli değil midir? Annenin aşk dolu sözler sarfederken çocuğunun üzerine kondurduğu bakış ona bir bütünlük bir anlam yükler ve bununla birlikte çocuk, onu seven ötekinin gözünde kendi kimliğiyle karşılaşır. Ötekinin bakışında kendini görür, bunun gerçekleşebilmesi için birinin ona bakıyor olması gerekir.
Başkalarının hayatı; unutulmuş bir öznenin uyanışını anlatıyor diyebiliriz. Sayılarla adlandırılan birinin kendisiyle karşılaşmasını hikayelendiriyor. Wiesler, Christa Maria Sieland’ı ilk kez sahnede gördüğünde, farklı bir bakışla karşılaşır. Christa seyircilerine bakar, Wiesler ise kendine dönük bir bakış yakalar; kimse ona daha once bu şekilde bakmamıştır veya başka bir deyişle, kimsenin bakışı Wiesler’da daha once öznel bir uyanışa yol açmamıştır. Wiesler’ın değişiminin gerçekleştiği ilk an, sanki gerçekten de christa ve wiesler karşı karşıya birbirine bakar gibidir. Wiesler için tiyatro sahnesindeki karşılaşma belirleyici bir rol oynar ; Martha rolündeki Christa’nın sahnelemesinden gözünü ayıramaz, görevini yapamaz hale gelir. O sahnede, Wiesler için tüm diğer oyuncu ve seyirciler kaybolur, Christa ve Wiesler sanki göz gözedir. Wiesler artık Maria’nın arzu dolu bakışlarının esiri olmuştur ; Christa’nın arzusu nereye yönelmiş olursa olsun, Wiesler aşkın adlandıran etkisiyle karşılaşır.
Bundan sonra, Wiesler artık eskisi gibi iş odaklı öznellik yoksunu sayısal bir birey olamayacaktır. Ötekilerin insanlığına duyarsız olan bu adam, ilk kez, bir kadının insanlığından etkilenmiştir. Hiç bir zaman görmediği bir şeyle karşılaşır, ruhuna dokunan bir kadın bakışı. Tiyatro sahnesinde yaşananlar öznel evrenine izinsizce sızar ve henüz adlandıramadığı bir şey uyandırır. Ansızın karşısına çıkan aşk onun sonsuza dek görüşünü değiştirmiştir. Artık insanları sayılar olarak değerlendirme olanağı kalmayacaktır. O akşam Wiesler, bir insanın, bir bireyin bakışıyla karşılaşır, hayatında ilk kez ötekinin bakışını görür. Görevinden ve dolayısıyla da eski sayısal kimliğinden onu uzaklaştıran tam da bu dur. İnsanoğlunun düşünme kapasitesi aynı zamanda fikir değiştirebilme düşüncesini doğurur. Bu, daha önce, Wiesler için, hayattaki en tehlikeli gördüğü özellikti.
Wiesler bundan sonra bir yandan resmi olan görevini üstlenir ; Dreyman’ı izlemek, diğer yandan da gizli görevini sürdürme olanağı bulur ; Christa’yı dinlemek. Wiesler’in Christa’nın hayatını dinleme merakı, kendisinde yeni uyanan duyguları anlamaya yöneliktir. Başka bir şekilde bunu söylemek gerekirse, Wiesler kendi gerçekliğini bu çiftin aşk hikayesinde bulmaya çalışmaktadır. Bir kadının bir adamı sevmesi ne demektir? Aşk insanı nereye götürür? Kimliğini, benliğini ne şekilde etkiler? Aynı bir çocuğun anne ve babasının aşk hikayesi üzerinden kendisiyle ilgili arzularını sorguladığı gibi, Wiesler Dreymen ve Christa aracığılıyla öznel konumlanmasını sorgulayacaktır.
Christa’nın bakışı aracılığı ile hiç tanımaya olanak sağlamadığı benliğiyle karşılaşan Wiesler, kendini tanıyabilmek için hikayenin devamını yakın takibe alır.
İlerleyen sahnelerde, yalnızlığa ilk kez tahammül edemeyen Wiesler, odasına bir hayat kadını çağırır ve birleşme sonrasında ona ; “benimle biraz daha kal” der. Burada konuşan, artık Stasi’nin kusursuz yetişirilen adamı değildir, varoluşal eksikliğinin farkına varmış bir öznedir. Öteki olmadan kendini eksikli hisseden, kendiyle buluşabilmek için ötekine ihtiyaç duyan Wiesler’ın kendisidir. Eksikli olmak, öznenin dünyayla kurduğu ilişkinin temelini oluşturur. Tam, bütün, hiç bir eksiklik hissetmeyen biri, ötekine ihtiyaç duymaz. Bireyin eksikli oluşu öznelliğine kapı açar. Eksikli olmayan bir birey arzu duyamaz. Herşeyi tam olan biri neyi arzulayabilir ki? Arzulayacak bir şey bulamaz. Ama eksikli özne daima tatmin olmayan bir arzu içerisindedir ; kişiliğini tekrar ve tekrar tanıma ve tanımlama arzusu.
Arzu duymamıza olanak sağlayan şey, ötekiyle kurduğumuz ilişkidir. Öteki olmadan daima eksikli kalırız, gerçi bizi hiç bir zaman tam olarak adlandıramayacağından ötekiyle de daima eksik kalırız ve eksik kaldığımız için arzu etmeye, onu sevmeye ve onun tarafından sevilmeye devam etme arzusu içerisinde oluruz. Ötekinin bakışı bizim hakkımızda bir gerçeklik ifadesi verir, ama hiç bir zaman bizi bütünüyle adlandıramadığı için, bakışlarda ve sözlerdeki diğer adlandırmaları ararız. Bu, bitmeyen ve tükenemeyeceği için hayat dolu bir şekilde devam eden bir kendini tanıma sürecidir.
Wiesler, tam da buna benzer bir eksiklikle karşılaşır. Ben kimim sorusuyla dolup taşarken, yanında ona bu yolda yardımcı olabilecek bir ötekinin eksikliğini hisseder. Bu yalnızlık karşısında, bir hayat kadınına seslenir. “Benimle biraz daha kal”. Sensiz, bir ötekim eksik.
Öznelliğimizi taşınabilir hale getiren öteki kimdir peki? Içimizden kendi kendimize konuştuğumuzda hitab ettiğimiz her kimse ; annemiz, babamız, Tanrı, müdürümüz, aşkımız… vs. Tüm bu temsillerin gözünde nasıl var olmaya çalışıyorsak, işte öyle biriyiz. Kimi zaman daha katı, kimi zaman daha esnek olarak belirlediğimiz bu öteki gündelik hayatta ilişkilerimizi belirleyen belki de en önemli unsurdur. Nasıl göründüğümüzü varsaydığımız, ötekine atfedilende gizlidir. Beauty is in the eye of the beholder – güzellik bakan kimsenin gözündedir.